22 Temmuz 2022

Teistlere Kısa Cevap

 

Doğduğumuz zaman ne seller ne denizler ne dağlar ne taşlar ne atmosfer ve yıldızlar ne de bir "Yaratıcı" hakkında bilgi sahibiyiz. Doğduktan birkaç sene sonrasına kadar da bu nesneler hakkında tanıma ve belli bilgiler edinmeyi başarma yolunda ilerleriz fakat din konusunda hala tek harf bile bilmiyoruz. Bölgedeki egemen dinin taraftarlarınca öne sürülen her yeni doğan insanın Yahudi, Hıristiyan ya da Müslüman olarak "doğdukları" iddiaları tamamen kendi fantastik dünyalarına ilişkin inanç olduğunu söyleyebilirim. Doğan insanlara, bir genel sosyolojik kural olarak içinde bulundukları toplumun egemen dinini benimsetirler; birey, sonraki süreçlerde ya bunu devam ettirir ya da reddeder.

Bizim ilk iletişim kurduğumuz insanlar başta annemiz olmak üzere aile bireyleridir. Nesne olarak ise kıyafet, yatak, biberon gibi şeylerle tanışırız ve süreç içinde farklı insanlarla ve nesnelerle tanışarak sosyal yapımızda bir gelişme sağlar, başlangıçta öğretilen ama sonradan bilince çıkararak kavradığımız değişik objektif ve sübjektif fenomenlerle içli dışlı olarak ilgili toplumun bireyi haline geliriz.

Pratikten Doğan Bilginin Tekrar Pratiğe Hizmet Etmesi
 
Daha anlaşılır olması için çocukluk ve ergenlik dönemlerini şimdilik bir tarafa bırakarak süreci biraz hızlandırıp, örneğin kendimle ilişkilendirerek açıklamaya çalışayım: Diyelim ki hiç görmediğim, hatta teorik olarak bile olsa hiç bilmediğim bir yere gitmiş olayım. Bu yer de söz gelimi İstanbul olsun. Ben, ya da tek tek hepiniz gitmiş olsaydınız ne yapardık? İlk işimiz pratik deneyimimizi başlatmak olurdu, değil mi? Otelden dışarı çıkıp sokaklarda yürür, yürürken binaları görerek İstanbul’un mimarisini ve şehircilik anlayışını anlamaya çalışır, insanlarla tanışır ve sohbet ederken diğer insanların da gözlemleyerek İstanbul’un sosyolojik yapısını incelemeye çalışırdım ve benzeri şeyler… Bu ve benzeri tüm olgular, "şey(ler)in" tek tek aşamaları ve bu "şeyler" arasındaki dış ilişkilerdir. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm’de bunun ismi, Başkan Mao’nun tanımlamasıyla "Bilgi’nin Algı Aşaması"dır. İstanbul’daki bu gezintilerim sırasında gördüğüm, duyduğum, konuştuğum her şey duyu organlarım üstünden bende şu veya bu şekilde birtakım izler bırakır. Bu izler, doğrudan dış dünyanın zihnimizde bıraktığı değişik algıların birbirini dışlama ya da bütünleşme savaşını oluşturur ki, bu da bilginin ilk aşamasıdır ancak henüz kavram oluşturacak bir donanıma sahip değilim. Bunun nedeni pratikten kaynaklanan bilgi eksikliğidir ki, ancak belli bir yinelemeden sonra benzeri veya destekleyen fenomenlerle karşılaşınca kavram oluşturabilirim. İlgili kavramı oluşturduktan sonra o konuya ilişkin daha iyi deneyimler yapabilir duruma geldiğim için, şeylerin sadece dış ilişkilerini değil ama aynı zaman da özünü ve bileşimlerini de öğrendim demektir. Bilgi sürecinde artık bir adım daha atabilecek duruma geldiğime göre artık uslamlamayla bir analiz yapabiliriz.

Hepimizin başına defalarca gelen bir örnek sunmak istiyorum: Eşimizle-dostumuzla sohbet ederken bir önermeyle karşılaştığımız zaman "Dur, biraz düşüneyim!" gibi sözler ediyoruz ya hani, işte bu "Dur, biraz düşüneyim!" cümlesi aslında beynimizdeki kavramların karşılaştırılarak belli bir analize ulaşma çabasından başka bir şey değildir. Ancak burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Duyu organlarımız ile algıladığımız bilgilerle Bilimsel Bilgiler arasında bir fark vardır. Algısal bilgi, fenomenlerin tek tek dış ilişkilerini içerirken bilgisel bilgi şeylerin özünü ve bileşimlerini kavramamızı sağlar.

Bizim dini bilgilere sahip olmamız ve belli bir dinin inanırı olarak yaşamamız da tamamen böyle gelişmektedir ve söylemeye gerek yok ki bu da bir süreç işidir. Yani İnanırların iddia ettiği gibi doğan her insan şu ya da bu dinin bir mensubu olarak doğmuyor, doğamaz; çünkü az önce ifade etmeye çalıştığım bilginin gelişim sürecinden geçmediği gibi, zaten ne din tanıyabilecek durumdadır ne kitap…

Bana göre "Saygı"nın anlamı, herhangi birine karşı incitmemek için gösterilen kibar davranıştır. Hemen her anlamıyla kaotik bir yaşama sahibiz ve bunun asıl nedeni sınıflı toplumlarda yaşıyor olmamızdır. Her sınıf ve tabakanın kendine özgü bir düşünce sistematiği olduğu için çok daha fazla bir "çeşitlilik" içindeyiz. Bağlı olduğumuz sınıfın düşüncelerinin dışındakiler nasıl ki bizim için şu veya bu nedenle kabul edilmiyorsa, aynı şey dinler bağlamında da geçerlidir. Sonuçta, hiçbir dinin bir diğerini benimsememesi gibi…

"İnanmıyorsan Saygı Duy Lan!"

Sormak gerek: Sizin dinleriniz sizin gibi düşünmeyenlere nasıl davranıyor? Bu konuda kendi dininizle ilişkili olarak (Sorgulama demiyorum, çünkü dinlerinizde sorgulamak yasak!) ne gibi araştırmalarda bulundunuz? Ya da böyle bir araştırma yapmak aklınıza geldi mi? Ne gibi sonuçlara ulaşabildiniz?

Örneğin bizzat sizin tanrılarınız tarafınızdan sonuçları hep kan ve gözyaşlarıyla biten savaşları, saldırıları öğütleyerek toplumları birbirlerine düşman ediyor mu? Başta kadınlar olmak üzere kız çocukları dahil birer seks objesi olarak görülüyor mu? Sözüm ona "İlahi adalet" ritüellerinizde kadınlara nasıl davranılmaktadır? Sizin gibi inanmadığı için dinden çıkan veya bir başka dine geçen insanlar hakkındaki tanrı hükümlerini okudunuz mu? Kadınları dövmek için şüphenin bile yeterli olduğunu bildiren açık ayetler ve benzerleriyle hiç karşılaştınız mı?

Ve siz bizden bunlara saygı göstermemizi bekliyorsunuz? Bireysel olarak, insan olarak belki size saygı duyarım ama bu inançlarınıza saygı duymak bir yana, amaçlarımdan biri bu ilkelliği ortadan kaldırmak düşüncesinde olanlarla birlikte hareket etmektir ve bu süreçle bağıntılıdır.

Herkesin, ama herkesin "İnanma" hakkı vardır, ama aynı anda herkesin inanmama veya red hakkı da vardır. "Ya benim gibi inanacaksın ya da katlin vaciptir!" arkaplan emriyle kafamı kesmek için üstüme yürürsen yaklaşımım tabi ki farklı olur.

Nasıl ki edebiyat, sanat, felsefe, spor gibi alanlarda eleştirilerimizi ve retlerimizi yapabiliyorsak sosyal bilincin formlarından olan dinin bizim açımızdan "eleştirilemez" şeklindeki doğal hakları da yoktur, varsa da bu sizin için geçerlidir, ona karışmayız ama biz eleştiririz. Bunun başlıca gerekçesi de toplumu doğrudan ilgilendirmesi ve benim de bu toplumun bir üyesi olduğum gerçeğidir.

Toparlayayım: Siz İnanırların doğal refleksi, inanmayanları ötekileştirmek yönündedir. Bizler, sosyalist devrimciler olarak insanları dinlerine, renklerine, dillerine veya cinsiyetlerine göre değerlendirmeyiz, bunlarla hiçbir zaman ilgilenmeyiz. Bizler, karşımızdaki insanın duruşuna bakarız: Emekten, alın terinden yana mı yoksa ezenden, çalandan, ihanet edenden yana mı?

Hepsi bu!

 


Yorumlayın Paylaşın :)

Paylaşan: verified_user

0 Post a Comment: